31 Aralık 2009 Perşembe

25 Aralık 2009 Cuma

Yayının Boş Saatleri


Her keder, aslında vücuda giren yabancı bir cisim. Çivi gibi, cam kırığı gibi... Vücut kabul etmiyor, edemiyor. İltihap yapıyor; tasa, huzursuzluk yapıyor, ateş yapıyor.

Cerahati dışarı atmanın görünen tek yolu konuşmak, mümkünse ağlamak. Kimisi batar batmaz döküyor içini, rahatlıyor. Böylelikle atıyor vücutla intiba problemi olan keder maddesini.

Kimisi de atamıyor işte. Çivi paslanana, cam kırığı kırk parça olana kadar sesini çıkaramıyor. Enfeksiyon tüm varlığı esir alıyor.

Keşke bitse, "Korkma sönmez" okunsa, askerler Anıtkabir'de bayrağı çekse, "kapattık kardeşim, yatıyoruz" diyebilsem.

Bu Resim Size Ne İfade Ediyor?

Biraderim Facebook'ta bu resmi paylaşmış ve sormuş; bu resim size ne ifade ediyor diye. Şuurum tatilde, tamen kalbimden ilk dökülüverenler şunlar olmuş:

Ayaktakiler: Zoran Simovic, Semih Yuvakuran, Yusuf Altuntaş, İsmail Demiriz, Cüneyt Tanman (c), Erhan Önal
Oturanlar: Mirsad Güneş, Uğur Tütüneker, Tanju Çolak, Tugay Kerimoğlu, Cevad Prekazi
ve diğerleri: Hayrettin Demirbaş, Bülent Korkmaz, Muhammet Altıntaş, Savaş Demiral, Savaş Koç, Metin Yıldız, Arif Kocabıyık, İlyas Tüfekçi, Jupp Derwall, Mustafa Denizli, Masör Mehmet Akpençe, :)

Neyi hatırlatıyor: 15 sene sonra Eskişehir maçıyla gelen şampiyonluğu, Wien'i, Xamax'ı, Monaco'yu hatırlatıyor. Simo'yla Cevad'ın Monaco maçından sonraki al bayraklı sevincini hatırlatıyor. Rambo'nun boş kaleye Tanju'ya attırdığı golü, Prekazi'nin çimleri biçen firikiğini, Tanju'nun uçarak vurduğu spektaküler kafayı hatırlatıyor. Arif'in pavyon alemlerini, Rambo'nun E-5'e giden şutlarını, Semih'in kısa düşen geri paslarını hatırlatıyor....

Ölümsüz Ali Sami Yen'in "İngilizler gibi birlikte oynamak, bir renge ve ruha sahip olmak, Türk olmayan takımları da yenmek" şeklinde dile getirdiği kulübümüzün varlık amacını; 2000'de zaferle sonuçlanan yolun başlangıç zamanlarını hatırlatıyor.

İmkansızın mümkün olduğu, zafere mahkum bir takımı hatırlatıyor.

22 Aralık 2009 Salı

Çekme

Şimdi Yürütülüyor: Coşkun Sabah - Anılar

CD'ler yeni çıkmaya başlamış, ama tek tük. Babadan, abiden destekli müzik arşivlerimiz harddisklerde değil, zamanında pek çok ticarethanede kartvizitlik olarak kullanılan kaset kutularının içinde. Çeşit çeşit kaset var evde. Babamın Ruhi Su'ları, Rahmi Saltuk'ları var. 70'lik şişesinin teneke kapağı çıtırt derken Grundig kasetçalara yerleştirilen; en mahkemeli, en gardiyanlı, en koğuşlu, en polisli muhabbetlere refakat eden kasetler onlar. Onlar kutsal emanet bir bakıma, zamanında Commodore 64 için oyun bile çektirmemişiz üstlerine.

Arşivin abi kanadı bambaşka. Bir grup kaset var, üniversiteyi kazanınca oraya götürme gereği duymamış. Modası falan kalmamış ama ben arada dinlerken çılgın atıyorum. Mc Hammer var, Technotronic var. Sözleri uydura uydura söylüyorum, dinleyen mi var nasılsa. Bir grup kaset var, ya bana bırakmış hususi dinlemeye devam edeyim diye, ya götürmeyi unutmuş. MFÖ, Yeni Türkü, Leman Sam, Bulutsuzluk Özlemi falan var o grubun içinde. Yaşıma, çağıma bir boy büyük ama ben çoklukla onları dinliyorum.

Bir de evde kimsenin dinlemediği, kime ait olduğu belli olmayan kasetler var. Kimse dinlemiyor ama onlar öylece sebepsiz sebepsiz yere evde duruyor. Hep merak etmiştim, evde Nalan Altınörs dinleyen yokken bu kaset eve nerden geldi, ulan bizimoğlan akşamları gizli gizli Yüksel Uzel mi dinliyor diye. Bu son gruba soktuğum kasetler özel radyoların kurulup yeni yeni palazlandığı dönemde ancak işe yaramaya başladı. Onlar artık benim için potansiyel boş kasetlerdi.

Üç beş velediz mahallede. Yemiyoruz, içmiyoruz çekme kaset yapıyoruz. TRT Fm var, radyo 1 var maçların falan verildiği, bir de ilçenin yeni kurulan radyosu. Kasedin yapım ve stüdyo aşaması bittikten sonra değişiyoruz karşılıklı. Alıyorum Ozan'ın çekmesini takıyorum teybime. Yıldız Tilbe - Delikanlım, Nalan - Hadi Yarim, Demet - Arnavut Kaldırımı, Akın - Rebeka vs. vs. diye başlıyor bitiyor kaset. Dinliyorum, "güzel olmuş" diyorum. Sonra Ramazan'ın çekmesi dönüp gelitor bana. Müslüm - İsyanlardayım, İbrahim Erkal - Canısı, İbo - Kurşuna Gerek Yok minvalinde başlıyor, bitiyor o da. Çok açmıyor beni o dönem, ağır geliyor falan ama, "güzel" diyorum gene.

Ben evdeki kasetlerden takviye bile yapıyorum radyodan gelenlerin yanına. Ama kitap hakkı için bir kişi beğensin benim kasetleri, yok! Bir dinleyen "oğlum bu ne la?" diye irkiliyor. Su gelir güldür güldür türküsünden sonra çalan MFÖ'nün Sude'sini beğendiremiyorum aleme. Araya bir Tarkan, bir Gencebay atmışım ama gazını alamamışım dinleyicinin. Millet pis dolamış Bulutsuzluk Özlemi'ne. "Oğlum o ne lan, uçtu uçtu diye bağırırken dikişleri patlatacak adam" diyorlar, eğleniyorlar. Kasedin sonuna Burak Kut'tan Bebeğim'i de koymasam hepten teneke olacağım. O bir nebze yumuşatmış ortamı bereket.

Onbeş sene sonra coşuyorum, hele bir bakayım şu kasedin içinde ne vardı diyorum. Takıyorum çift pilli Sony Mega Bass walkmanime; dinliyorum, dinliyorum, dinliyorum. Büyük bir haksızlığa maruz kaldığımı düşünüyorum:

- Ozan, Ramazan, Süleyman, Osman! Hakkımı yemişsiniz lan benim. Çiçek gibiymiş benim çekmelerim!!!

13 Aralık 2009 Pazar

yol..

Pearl Jam - No Way

Doğru yolu bulmak derdindeyken aslında hiç yolu olmadığını farketmek.. Ertesi günün daha güzel olmasını düşünürken bir gün önceden daha b.ktan bir gün geçirmek.. İçin için yanmak, içten erimek.. Pazar günlerini ertesi günün pazartesi olacağından değil de herkes tatil yaparken hiç birşey yapamamaktan dolayı sevmemek.

Bir yandan da kendini yolla işinin olmadığına inandırmaya çalışmak, hala güzel bir günün birgün geleceğini hayal etmek, soğuk bir şeyler içip içten erimeyi beyni uyuşturarak engellemeye çalışmak, aslında her günün bir öncekiyle aynı olduğunu düşünüp her günü sevmeye çabalamak...

"'Cause I'll stop trying to make a difference / I'm not trying to make a difference."

11 Aralık 2009 Cuma

Kıvama Gelmek

Gece belli bir saaten sonra henüz alkol duvarını aşmadan önceki döneminde, fakat aşmaya da ramak kalmışkanki ruh halinin bendeki tezahürüdür:

- Buzdolabındaki bira sayısının hala fazla olduğunu görmek, gece gece "bir tane daha olaydı yea" krizleri yaşamayacak olmanın garantisi ile mutlu olmak.

- Normalde dövseler dinlemeyeceğim bir şarkının radyoda çalmasıyla ebleh ebleh sırıtmak. Mesnetsiz hayallere dalmak, herşeye rağmen makul mutlulukta bir hayata dair umut beslemek.

- Çok nadir olarak gelen güzel habere insanca değil eşekçe sevinmek. Gene hayal kurmak, gene 50 senelik dönemi on dakikada kurgulamak. Rüyada görülen balığı 850.000 inci kez hayırlara yormak.

- Durduk yere, 5 yıl önce tamamlanmış olmasına rağmen "İyi ki askerliği yapmışız lan, kim çekecek bu yaştan sonra o kahrı" diye düşünmek. "Aklımı seveyim, aklımı" demek.

- Kötü dönemleri hiç akla getirmeden "Bir aşk ola ki, yaşana" diye mırıldanmak. Sonradan bunun, tüm enkazın altından sapasağlam çıktığıma işaret olduğunun farkına varmak, bir kez daha mutlu olmak.

- Hülasa; her halttan bir kırıntı yakalayıp mutlu olmaya çalışmak. Asgari güzellikten azami haz yakalamaya gayret etmek.

Bu hali yıllar yıllar sonra yaşıyor olmanın tarif edilemez mutluluğu bana işbu yazıyı yazdıran.

5 Aralık 2009 Cumartesi

Ağrılı, Aç, Sigarasız: Tabii ki Asabi!

Günlerdir canımdan can alan musibetin temsili resmi bu işte. Yirmi yaş dişi olarak adlandırılan bu mikropoğlu mikrop, hemen hemen hiçbir boka yaramamasına rağmen; kah gömük gelerek, kah yatay gelip çıkamayarak nice koçyiğitleri telef etmekte. Eğer şanslıysanız ve sorunsuz çıktıysa da günün birinde illa bir arıza çıkaracaktır, sevinmeyiniz.

Antibiyotik tedavisi önce sindirim sistemimin, sonra tüm dengemin ırzına geçtiği için, hazır ağrım da azalmışken sökelim de kurtulalım dedik bugün. Ulan anestezisi ayrı, çekimi ayrı, çekim sonrası apayrı dertmiş ne bileyim...

Hekim iki saat dedi ama zannederim ben iki yirmidört saat birşey yiyemeyeceğim şu andaki duruma bakarsak. Hadi, antibiyotik tedavisinden alkolsüzlüğe alıştım, o koymayacak. Ama 24 saat sigara yasağı ne ola ki bilader. Arada bir sigara serbest olsa, açlığa da faydası olur değil mi ? Değil işte! Çorba içeceksin ama sıcak olmayacak, süt içeceksin ama soğuk olmayacak. Ebesinin dişi Ali Sami!

Oooofffffff!! Yazarken daraldım Kuran çarpsın. Tanıyanlar, tanımayanlar; sabır ve sakinlik dileyiniz benim için.

16 Kasım 2009 Pazartesi

ya ben kendime guluyorum

İnsan kendi kendini ne kadar kolay kandırıyor. İki kere bir şey tekrar etti mi sanki hep sürecek gibi geliyor. Oysa bir şey 100 defa da tekrarlasa devamlılık garantisi yok, tesadüf olma ihtimali devam etme ihtimalinden daha yüksek.
Ben de işte tam bu saflığımdan dolayı kendime gülüyorum. Ben ki devamlı olmayacağını bile bile nasıl tesadüf olabileceğini görmezden gelebildim, nasıl bu kadar herşeyi ona endeksleyip herşeyimi değiştirdim, herkese üstü kapalı bir şekilde de olsa sırtımı çevirebildim, nasıl bu kadar değişebildim?
Bu ne kadar süreceği belli olmayan gidip gelmemeler, susmalar, istenmeden yaşanan yalnızlık, kafanın sürekli ottan b.ktan şeylerle meşguliyeti, işlerin yoğunluğu, her gün alkol, az yemek, çok aşık olmak istemek, aşık olmasını beklemek, yorgunluk, milletin devamlı hasta olması, çikolatayı abartmak, kahveye sarmak, ağlamak isteyip ağlayamamak, tırnaklarımı yemek beni mafediyor.
Neye ara vereceğimi bilemiyorum!

Matrix Kaydı Bilader

Şimdi Yürütülüyor: Bu ne Biçim Hikaye Böyle

Şimdi... Ne yapmak lazım, bilemedim ki ben.

Tıkır tıkır işler duruken düzen; mutlu ya da mutsuz oyalayadururken beni, matrixte bi dalgalanma yaşandı Tank!!
Tank, Kur'an kakkı için, otur iki bardak bir şeyler atalım da, bi akıl ver bana; en yakın telefon kulubesini göster.

Sonra dedi ki Tank:
G.tünden Ajan Smith mi kovalıyor olm; az soluk al, az bi nefeslen.. Kafaya okşizen gitsin hem. Bugün yat, yarına salim kafayla düşünür, bir yol bulursun sen de.

"Peki abi" dedim. Şimdi uyuyayım, yarın erken kalkar, düşünürüm.

14 Kasım 2009 Cumartesi

acilmayan kapilar

Elim de bir ton anahtar kapı kapı dolaşıyorum. Her birini deniyorum, kilidi açamıyorum. Doğru kapıyı bir türlü bulamıyorum. Kabus gibi. Kilit kilit üstüne, kapı kapı ardına, her yanım anahtar. Muhteşem bolluk!
Bir kapı çok anahtar ya da çok anahtar bir kapı olsa olmaz mıydı? İlla her yolum yokuş yukarı.. Kolay iş beni bulmaz, ben zora gelemem! Millet nasıl da kolaya kaçıyor oysa?
Şimdi açılmayan tüm kapılarımın arasında oturmuş hangi anahtarı hangi deliğe soksam da çıkışı bulsam derdindeyim.
Sanırım kolaya kaçmanın bir yolunu bulmalı. Kestirip atmalı..

11 Kasım 2009 Çarşamba

gecmisle mesafe

Böyle duvarlarına özenle birşeyler asanlara çocukluğumdan beri hastayım. Üniversiteye gidene kadar boydan boya dolap ve ranza derken birşey asacak duvar bulamamıştım. Üniversitede de duvarıma gazetelerden kestiğim harflerle "Derler ki bir yerden sonra acımaz daha fazla / Zaten aşk kötü bir şaka anlamaya çalışma / Her güzel şey bitermiş / Aşk nedensiz sevmekmiş" yazmıştım. Hey gidi hey! Hala ruhuma dokunan bir şarkı ve bence hala duvara asılabilirliğe sahip sözler. O günden bugüne değişen tek şeyim sanırım anlamaya çalışma çabam (az ya da çok çaba mı yorum yapmak istemiyorum) ve güzel şeylere karşı olan zaafım (bu da az mı çok mu yorumsuz).
Her geçen bir günle, geçmişe bir gün daha uzaklaşırken kapıldığım bu geçmişe sarılma hallerine neden geldim bilmiyorum. Sakın bu gelecek korkusu olmasın? İnsanın hayatı irili ufaklı mutlu ya da üzüntülü garip sürprizlerle sarılı olursa, yarın ne b.k olacağını bilemezse sanırım geçmişe tutunmak ve gelecek günden kaçmak istiyor. Gerçi bu "hemen Cuma olsun, lütfen!" dememle çok çelişik bir durum ama olsun. Şöyle düşününce ve geçmişime bakınca aslında yaşam tarzımla da zıt. Sanki benim bir gün öncesinden yemeği yapıp ertesi gün ne yenileneceğini bilme, evde her gün aynı saatte birini bekleme, temizlik çamaşır gününü belirleme, alışveriş gününü seçme zamanım gelmiş.

9 Kasım 2009 Pazartesi

bir adet sacmalama postu

Asıl olay 80'lerde çocuk olmak değil aslında. 80'lerde siz çocukken birilerinin genç olması. Nur Yoldaş benim için öyledir mesela. Ben çocukken birileri genç olmasa şu anda bilmeme imkan olmayabilirdi.
Eski şarkılarda eski filmlerdeyim şu ara. Kah hoyratça yaşadığım kah doya doya geçirdiğim günlerimi slow motion gözleriminin önünden geçirmekteyim. 3 ile başlayan yaşları telafuz etmeye az kaldığından mıdır yoksa millet 2'li yaşlarının ortasında adam olmuşken benim hala bir baltaya sap olamam mıdır bilemiyorum.
Herkes sap olmak derdinde, balta bulmak peşindeyken ben baltayı bulamamaktan değil balta olmak istememekten şikayetçiyim. Zira balta olsam gele gele cezve sapı geliyor ya da kürek. Olmuyor anlayacağınız, ne o uyuyor ne bu. Evdeki hesap hiç pazardakine uymuyor. Gece giymeye karar verdiğin şey sabah olup yağmurla uyanınca yalan oluyor. Akşam yapmayı plandıkların bir telefonla bozuluyor. Haftasonların, gece yarıların, uykunun en güzel yeri, sabahın en güzel saati, filmin en şahane sahnesi, şarkının en romantik yeri telef oluyor.
Hal böyle olunca bir elde paspas bir elde bira. Şimdi anlaşıldı mı saçmalamanın sebebi?

7 Kasım 2009 Cumartesi

beklemek


Doktor randevusuna 1 saat erken gitmiş gibi geçiyor herşey. Sanki bekleme odasında hangi koltuğa oturmam, hangi objeye odaklanmam gerektiğine kararsız kalmışım. O bir saat bir ömür. İlaç olmaktan öte hangi zamana savuracağını şaşıran, karşımdaki kocaman ve tiktak sesi gelmese de o sesi duyuran saat.

Geçen sene bugünlerde ki halimi düşündüm bugün, o belirsizlikle mutlu telaşımı. Sonra şimdiki halimi düşünemedim; belirleyemediklerimi, yapamadıklarımı, yapmak istemekte hala direttiklerimi düşünmek işime gelmedi.. Yaptıklarım gelmeyecekti aklıma, çünkü hiçbir şey başarmış, gerçekleştirmiş gibi değilim sanki. Belirsizlik ömrü hayatımda hüküm sürdükçe o başarmış olma hissi hep bastırılacak gibi.

İnsan bekleme durumunda olunca herşeyi düşünüyor, takılmayacak şeyi kafaya takıyor. Ya vaktinde davranacaksın ya da beklemeyip harekete geçeceksin. Hiçbirini yapabilecek gücün veya kabiliyetin yoksa saate bakmaktan korkup beklemekten utanacaksın. Ben saate bakmaktan korkan, beklemekten utanan kısımdayım.

Ajda diyor ki; "Hepimiz yaptık aynı hataları / Hepimiz sevdik yanlış insanları / Bir tek sen değilsin yaralı / Geceler, yaralar aynı / Bir tek sen değilsin aşkta kaybeden / Hepimiz yanıldık bazen" ama beni rahatlatmıyor, bu sefer hepimize üzülüyorum.

Ya neyi beklediğini bilmemek, bu belirsizlik ne b.ktan, gerçekten kelimelere dökülmüyor! Bekleme odasında hangi koltuğa oturacağını şaşırmayı geç pencere önünde ki sulanmayı bekleyen saksıdan beterim. Biri hatırlayacak da suyumu verecek, canıma can katacak. Kimin kime karşılıksız iyiliği dokunuyor ki? Pencere önünde beklememeye karar vermemeye karar verdim. Yerine getiremiyorum verdiğim hiçbir kararı. Solmak en güzeli.. Bakalım yediveren miyim?

Birşey iyi başlasın ve iyi devam etsin olmaz mı?

* http://images.google.com.tr/images?hl=tr&um=1&sa=3&q=salvador+dali+woman+at+window

6 Kasım 2009 Cuma

Permütaston, Kombinasyon, Olasılık

Canım sıkılıyor dedim, kumar oyna dediler. Oynadım, kaybettim.
Katranı ezsen olur mu şeker dedi bir yanım, belki olur dedi Pollyanna' nın gayrımeşru çocuğu olan iç sesim.

Otuz altıda birdi düşeş ihtimali. Zarı atarken, biliyordum.
O halde dışarda kabahatli aramak yersiz.
Kabahati kendinde aramanın da ne bana ne de başka birisine yararı var şu dakikadan sonra.

Öyleyse;

İyiyiz, sakiniz...

1 Kasım 2009 Pazar

tebdil-i mekanda ferahlik ararken sacmalamak

Kaplumbağaların evlerini sırtlarında taşımalarına imreniyorum. Mekanı beğenmediler mi sırtlanırlar evlerini, nereyi gözlerine kestirirlerse çekilirler kabuklarına, ohh sabah mis gibi istediklerde yerde açarlar gözlerini.
Biz öyle miyiz? Damı akar mı, penceresinden rüzgar alır mı, kapısı çelik mi, mutfağı yeni mi, mahallesi düzgün mü, komşusu temiz mi, kirası uygun mu, ev sahibi iyi mi? gibi ottan b.ktan dertlerimiz var başımızı sokacak bir yer bulmak için. Zaten dışkılamak hariç barınmak, yemek içmek ve giyinmek gibi temel ihtiyaçlarımızı düşünmekten bir çok şeye vakit bulamıyoruz.
İnsan olarak her haltımız sorun. Sanki düşünmekten kaynaklanıyor hepsi. Etobursan et yersin, otobursan ot yersin, çok obursan ikisini de yersin, bugün şunu mu yesem bunu mu içsem diye düşünüp çelişki içinde derde düşmezsin, her şekilde doyup ihtiyacını karşılar mutlu olursun.
Düşünmeyelim demiyorum. Düşünelim düşünmesine de insanın bu kadar alternatifi varken bazen karar vermek için düşünmek de yetersiz oluyor. İlkel yaşamak lazım. İlkel yaşayan insanlar bizden belki daha mutluydular. Ya yapraktı ya hepsi aynı renk bez parçasıydı alternatifleri galiba, en fazla ikisi arasında düşünüp karar veriyorlardır. Bizim gibi spor - abiye - casual vs ve bunların kendi içlerinde ki milyonlarca alternatifleri yoktur diye düşünüyorum.
İnsanoğlunun düşünme yetisinin mükemmeliğinin ve gelişime açgözlülüğünün sonuçlarını yaşıyoruz. Sokakta gördüğümüz kaç insanın yüzü gülüyor ya da hangi arkadaşınız her gün iyi olduğunu söylüyor? Ben her gün sayısını bilmediğim kadar düşünmekten şapşallaşmış gözlere bakıyorum, şapşal oluyorum. Gün içinde çoğunlukla sinirden gülüyorum sonra bu da içimden geldi olsun diyerek sevinilmeyecek şeye seviniyorum, güldüm ya yetermiş gibi. Avlanmış geyiğe gülüp dans etmek varmış.
Bugün bu yazıyı yazmakta ki derdim neydi çözemedim. Konu konuyu açıyor işte, aşka gelmeden yollasam mı postu yoksa aşka gelip onu da mı yazsam?
Seviyesiz ve yaşayana hayrı dokunmayan aşkın nesini yazacaksam. İbret-i alem olsun diye yazmak lazım aslında. Belli mi olur kazara birisi okur, aklını başına toplar, benim gibi dağıtmaz. Gerçi okuyup, dinlemek aklı başa toplamaya yarar birşey olmuş olsaydı en başta ben yaşamazdım bunları.
Aşk işte, kulağına küpe yaptığın şeyleri bile düşünmeden çıkarttırıyor, sonra ne akıl kalıyor ne fikir.

25 Ekim 2009 Pazar

Rastgele!

Burnuyla tıkladığında ağırdan sallansa mantar, alıp götürdüğünde dibe batsa.. "Maaşallah!" desek her iğnenin ucunda gelene.. Vira Bismillah!

22 Ekim 2009 Perşembe

Aaaaaaaaaaaaaaaaaaaa

Ah benim gün boyunca yutup yutup içime attığım irili ufaklı çığlıklarım.. Bir benim duyduğum, bir benim anladığım.. Kulak değil de mide tırmalayanlardan.
Nasıl bir dönemden geçtiğimi tanımlayamıyorum. Garip sıkıntıların ve mutlulukların birbiri ardına ya da birbiri içinde olduğu bir dönem. Karmaşık.. Gülerken ağlayacakmışım gibi ya da ne biliyim aniden kalbim duracak sonra tekrardan atacak gibi de olabilir. Bol gel gitli, git gelli..
.. Şu çığlıklar.. Kah sevinçten kah üzüntüden farketmez boyuna çığlık işte. Kimini gerçekten atabilsem sanki ağzım yırtılacak. Belki o ağız dolusu çığlıklarımdan birini vaktinde atabilsem herşey değişecek, kendime geleceğim, bu karmaşık dönem bitecek, iyi gelecek..
İş - aşk sakıncalı konular listemdeyken ben de ne konuşacağımı ne yapacağımı şaşırıyorum. Susmak çözüm mü? Eee o zaman da içimi parçalayan çığlıklarımı duyuyorum.
Neyse... Sebebini bilmem ama şu an çığlık çığlığa gülümsüyorum :)

18 Ekim 2009 Pazar

Mecburiyet

Hukuken olmasa da nazarımda aşk bir mücbir sebep. Ne zaman yaşanacağı belli olmayan bir felaket. Önlemini almak imkansız. İnsanı bir takım mecburiyetler içine sokan, sonuçlarına mecburen katlanılması gereken bir durum.

Öyle olmasa ben bu saçmalıkları niye yaşayayım? Ne diye mecbur kalayım? Hem de hiç mecbur değilken, mecbur tutulmamışken mecburiyetler içinde boğulayım.

14 Ekim 2009 Çarşamba

Eğreti

Derler ki; zıt insanların birlikteliği pek bir sağlam olur. Birisinin duygusallığı diğerinin mantığını, birisinin fevriliği diğerinin vakarını, birisinin enerjisi ve yaşam gücü diğerinin dinginliğini dengeler. Kısaca zıt kutuplar birbirini çeker.

Siyahla beyazın o mükemmel dengesi denen safsata, hiçbir zaman ying - yang simgesindeki gibi anlamlı durmuyor. Siyah beyaza karışıyor, ne siyah kalıyor sonra ne beyaz. Her yer grinin en sefil tonu!

Ne zıt kutuplar birbirini çekiyor, ne de zıtlıklar zıtlıkları dengeliyor. Belli bir dönem insan, hayatına bodoslama dalan bir şeyi ancak böyle bir yalanla benimseyebiliyor, kabullenebiliyor. Çoğu zaman yaptığı gibi mantıksızlığa klişelerle mantık kazandırma çabasına girişiyor. Hepsi bu.

Olmuyor ama, ne yapsam emanet duruyor.

kukla insan

Hayatta bazen kukla oynatırsın bazen de kukla olursun. Çok kukla oynatırsan sıkılırsın, kukla olursan da. Aslında her ikisinde de belli bir süre eğlendiğini sanarsın ama dengesi yoktur bu hallerin. Kuklanın işi tabiki daha zordur, eğlencesi iplerine ve eklemlerine bağladır, oynatıcısının eğlenmesinden payını alır, sıkılınıp, kenara atılıp, ipi dolaşana kadardır. Düğümünü çözüp kukla oynatıcısı olup bir kuklanın iplerini parmakların arasına almak istersin kukla günlerini unutmak için. Ha bir de ipleri kesmek var o zaman direk sen sen olmaktan çıkıyorsun zaten.
İşte ben ben olmaktan çıkmaya ramak kalmış haldeyim. Ne düğümümü çözmeye isteğim, ne kukla oynatıcımı çekecek vaktim ne de kukla oynatacak mecalim var. Elimde bir kör bıçak kes kesebilirsen.
İsyankar kızgın hallerimi çok özledim. O zaman isyanım geldi mi, bir şeye kızdım mı çekip gidebilirdim. Ama şimdi kızamıyorum, isyan edemiyorum. Sevgi de dolmuyorum. Öylece duruyorum. İnsanın kendi hayatına müdahale edememesi ne b.ktan birşey.
İyice cılkımız çıktı iyiceeeeee........

13 Ekim 2009 Salı

Paradigmanın İflası

Şimdi Yürütülüyor: Göksel - Karar Verdim

Düşündüm, taşındım! Bundan böyle puşt olmaya karar verdim. İlk işim, resimdeki gibi bir şekle kavuşturmak kendimi. Sonra radarları açıp ava çıkıyorum nasipse.

Artık ilişkilerim spor, birincil önceliğim skordur. Kamuoyuna saygıyla duyurulur.
-Yersen!-

(Tip: Umut Sarıkaya)

10 Ekim 2009 Cumartesi

Onlar...

Onlar, sevgiden aşktan haberi olmayanlar,
Onlar sevgiyi çiğneyip geçenler, saygı duymayanlar...

Onlar bizliği terkedip ayıranlar,
Onlar değer yargılarına yapışanlar...

---

Küçükken çok kötü bir hastalık geçirmişim. Doktorlar, ilaçlar, o zamanın teknolojisiyle her halt yapılmış. I ıh . Bana mısın demiyorum. Hap kadar bebek, annem çaresiz. İzmirde biri tesadüfen demiş ki, meryem suyuyla yıka çocuğu. Meryem Ana kilisesine gidilmiş acele. Meryem Ana suyuyla yıkamış annem beni. Geçmiş o ateş nöbet, geçmiş deri döküntüleri. Sapasağlam olmuşum...
Yıllar sonra çok kez gittim oraya. Bir kaç yaşanmış hadisem daha vardır orada. Önemlidir benim için. Hayatımla ilgili elimi attığım bir konu normal olsun, normal - herkesinki gibi- gelişsin diye uğraşıyorum, uğraştım. Geldiğim geçmiş normal değil ki gelecekten bekleyeyim. Akışına bıraktım artık. Akıntıda yüzüyorum...

---
Onlar, aşkı bilmeyenler...

Onlar benim içimdeki sokak kızından bir meryem yarattılar, bilmeden.
Onlar beni Tanrıya aşkla adım adım yaklaştırdılar, istemeden.
Onlar sadece rolünü oynadı,
Ben ise izledim...

9 Ekim 2009 Cuma

100. post

En büyük utanç insanın kendinden utanması. Ben kendimden utanıyorum! Nasıl bir yalanın içindeyim ve nasıl bir yalana sarılmışım, hem de kendi yalanım. Yalan diyerek inanmadığım herşey gerçek çıkmış olsa da hala nasıl bir mantıktan kopmadır ki yalana daha sıkı sarılmış durumdayım. Böyle ya da bu kadar değildim, bana ne oldu bilmiyorum.
Çok değil 1.5 yıl önce içinde bulunduğum durumun %50'sine dahi düşmemiş arkadaşımla diyaloglarımı hatırlıyorum. Ahkam kesen, akıl veren, azar çeken ben bugün yok! Yerine benim bile tanıyamadığım biri, sevmediğim biri, olmasını istemediğim biri, gücünü kaybetmiş utancını nasıl gizleyeceğini şaşıran biri.
Keşke birine anlatabilsem! Mutlu olmadığımı söyleyebilsem..
Susmak zorundayım.

7 Ekim 2009 Çarşamba

Can Damarım Büyük Menderes

Dinar'da bastık pedallara. Doğanbey'de bisikletten ininceye kadar, binlerce yıllık öyküsünü kulaklarımıza fısıldadı durdu Menderes. Her kıvrımında ayrı bir bilmece... Dost olmayı bilenlere açtığı sırlarını dinledik yolumuzun O'nunla her kesiştiği yerde.

Altı yüz küsur kilometre pedalladı iki güzel insan. Kendi tabirleriyle birer üniversite daha bitirmiş gibi oldular. Hele yediğiniz içtiğiniz sizin olsun, gördüklerinizi anlatın:

Post It Niyetine Blog Yazmak

Kişisel Terapi Programı: Level 1
Psikolog, psikiyatrist, eczacı tayfasını ekmeğinden edecek mucize reçete: Tez zaman içinde bunları yapmak lazım. Ama aynı gün içinde!

- Akşamdan kalmış olmadan, alarmsız, gürültüsüz, kendiliğinden şafakta uyanmak. İki lokma birşey yiyip akşamdan nemli toprakta bekletilmiş solucanlarla olta atmaya gitmek. Ama boş, ama dolu iğneyle sabah serinliğinde nefes almak.

- Dinlenirken, sağlam bir Kemal Sunal filmi izlemek. Dev kadrolu Mavi Boncuk, Köyden İndim Şehire vs. favori; Natuk Baytan ekolü plase.

- Çınar'a falan parkedip ara sokaklarda gezerek Çamlık'a çıkmak. Çamlık'ta tabana kuvvet çıkabildiğim yere kadar çıkmak. Aynı yürüyüşle hem doğaya, hem insana doymak. Yorgunluğa pek de yüz vermemek, gerekirse dönüşü toplu taşımayla yapmak.

- Eli çalgı tutup da, imiğinden alkol akan yerenlerle bir araya gelmek. Deli deli çalmak, deli deli söylemek. Keyifli şarkılarla efkara gider yapmak. Sonraki muhabbetlere malzeme olsun diye fütursuzca saçmalamak.

- Olduğu yere kıvrılıp ertesi sabaha pırıl pırıl uyanmak.

28 Eylül 2009 Pazartesi

İdareten

"Bir şişe şarapta, bütün kitaplardakinden daha fazla düşünce vardır" buyurmuş Pasteur.
Eh madem, koskoca bilim insanını yanıltmayayım diye düşüneyim diyorum... -Yersen-

Öyle işte... Düşünüyorum!
Düşündükçe gidiyor sanki hamlık.

Direğin ordan dönülmek üzrere emanet alınan bisiklet,
"Abi bi el geçeyim mi" diyene emanet edilen jeton,
Fotoğrafçıda vesikalık çektirirken takılan, "tek takımlık kravat" !!!

"İdareten" hep bu hayat!!!
Hele durayım da bir bakayım, nereye kadar idare eder beni.

27 Eylül 2009 Pazar

Zor


Tamam, var bir takım sabit noktalar, kımıldatamadığım. Belli başlı yasalar, ilkeler, kırmızı çizgiler, olmazsa olmazlar...

Ama aralar çok boş be. Doldurmak zaman istiyor, zaman sabır istiyor. Sakinlik istiyor, celallenmemek istiyor.

Kırk fırın ekmek... Yersen!

26 Eylül 2009 Cumartesi

mukemmel plan

Haftasonu denilen anlar Cuma eve gelip çıkmaya hazırlanırken ilk biranın açılmasıyla başlar ve Pazar günü iş hazırlıklarıyla sonlanır. Daha önceleri sektirmeden Cumasını Cumartesini sokaklarda, ismini bile hatırlamadığı mekanlarda fink atarak geçiren ben baya bir süredir kendisini eve kapatmış durumdayım. Bu haftasonu için kendi kendime ne olursa olsun dışarı çıkma sözü verdiydim. Arayıp soran haftasonu birşeyler ayarlayalım, birşeyler yapalım diyenlerim yok değil, sağolsunlar varlar. Ben ayar kısmında kitleniyorum yalnız. "Ayarlayalım birşeyler yapalım" lafını duydum mu "tamam yapalım ama uygun olursak yapalım, şimdiden ayarlayamayalım" diye yapıştırıyorum. Sonuca gelirsek: ayarsız ben, makyajlı giyinik vaziyette ben, elinde telefon onu bunu arayan ben, plan beğenmeyip evde oturan yine ben. Madem dışarı çıkma kararı veriyorsun ee o zaman neden adam, grup, plan vs beğenmiyorsun? Bu hallerim için şahsıma yapılan tek yorum ise şu: "hep daha iyisini bekliyorsun". Yani çok da yanlış değil hem sevdiğim insalarla çıkacağım, hem istediğim yere gideceğim, hem istediğim saatte döneceğim.
İşte böyle anlarda son yanlış adamımı acayip özlüyorum. Plan yapmaya gerek olmaksızın, kaçta olursa olsun çıkışlar, tamam yeter deyip dönüşler, burayı beğenmedim diyip mekan değiştirmeler, nasıl olsa bir şekilde döneriz demeler.
Hala bu haftasonu için kendi kendime ne olursa olsun dışarı çıkma sözü vermiş bulunduğum için sözümü tutacağım ve yarım saatliğine bile olsa çıkacağım. İyice asosyal, nete, eve, işe bağımlı bir insan olmadan kendimi sokaklara atmalıyım. Dozunu iyi ayarlarsam eski günlerime hissetmeden dönebilirim belki. Onu da unutur, başımın çaresine, eğlenmeme bakarım.
Keşke mükemmel evde oturunca kapımı çalan birşey olsa!

25 Eylül 2009 Cuma

buraya kadar(mıs)

Maraton denen şeyin bir sonu olmazsa anlamı olmaz değil mi? Sonu yok olmasa mukavemetı nasıl ölçeceksin ki? İşte sabırda böyle bir şey. Bir sonu, bir haddi var. Yoksa mukavemetımızı nasıl bilebileceğiz?
Galiba benimki buraya kadarmış. Bu kadarını bana zaman gösterdi, bundan sonrasını da o gösterecek. Şu an dolmuş ve taşmasına bir damla kalmış bir bardak durumundayım. Damla olmazsa o tirada lüzum kalmaz dolu bir şekilde yaşanılır, buharlaşılır ve bardak azıcık boşalır. Damla olursa o tirad ucundan ya da tamamen yaşanılır, taşılır ve bardak azıcık boşalır. İkisi arasındaki fark ise içerde uhde olarak kalır. Biliyorum, benimkisi buharlaşma sonucu oluşacak bir boşalma. Tercihin ne deseler, şu an ben de onu tercih ederim, kimseyle muhattap olmaya takadim yok.
Bir yere 3-5 gün diye gitsem 1-2 yıl dönmesem!
Burayı bu kadar çabuk tüketeceğimi ve başka diyarlara gidişi düşleyeceğimi 1 yıl önce hiç hayal etmezdim. Tüketiliyormuş, oluyormuş...

24 Eylül 2009 Perşembe

tut ki cildirdim!

Beni günün her hangi bir diliminde ki 1:25 saniye içinde yerin dibine sokan ve yine bir başka günün her hangi bir diliminde ki 1:25 saniye içinde gökyüzüne fırlatan aynı adam. Yüzümü astıran ya da koşarak ona buna sarıldıran o adam. Yanlış adam. Aslında benim yanlışlarımı su yüzüne çıkaran, daha bir yanlışa sevkeden, bir türlü kendime dönmeme, toparlanmama imkan vermeyen adam. Ben artık onda suçun olmadığını ve kendimin yanlış olduğuna karar verdim. Kesinlikle yanlış ve dengesiz olan benim. Nerden mi anladım?
"Yeter artık ben çok yoruldum ve usandım. Adam gibi konuşmalı ve artık birlikte ya da ayrı olduğumuzun bir kararını vermeliyiz. Birlikteysek bir ilişki içinde gibi yaşamalı yok ayrıysak cidden ayrılmalıyız. Konuşup karar veremiyorsak da bu durumu acilen kestirip atmalıyız, b.ktan bahanelerle birbirimizi aramamalı, unutmalıyız." demememden, diyemememden.
Şu yukarıda ki cümleyi hızlı bir şekilde söyleyince 1:25 dk yı bile almıyor.
Acep onda yerin dibini boylama etkisini mi yoksa gökyüzüne uçma etkisini mi yaratır?
Ne olursa olsun, ne dersen desin, ne diyemezsem diyemeyeyim, yanlış olsun, doğru olsun, berbat olsun ya da şahane... Bir hatanın artık yamacında değil de kucağında oturduğumun farkındayım! Malesef herşeyin farkındayım ama sanki bunu bildiğimi ya da kabul ettiğimi bir başkası anlarsa asıl yanlış o zaman başlayacak gibi.
Tut ki çıldırdım işte!

Bu Ne Lan!

Şimdi Yürütülüyor: Rober Hatemo - Esmer

Ne modifiye üstü açık Tofaş Şahin,
Ne huşu içinde balıkla konuştuğunu, söyleştiğini iddia eden abi,
Ne de seneler sonra kendiliğinden arayan eski sevgili...

Hiçbir şey şaşırtamaz beni artık kolay kolay.
Bana düşen, bu esmer güzeli abinin huzurunda sonsuz saygıyla eğilmektir.
( foto: http://tinyurl.com/y8m76um )

22 Eylül 2009 Salı

zamana takik

Arkadaşı aradım telefonu kapalı. Ben ne zaman "bu böyle" dedim diye soracaktım. Haziran diyecekmiş ki azcık araştırmayla buldum zaten. Hazirandan beri gerzek gerzek "bu böyle" şeklinde geziyorum demek ki. Çünkü içimdeki o enerjisini şeytandan aldığını kabul ettiğim his Hazirandan bu yana zerre değişmemiş olmalı ki şarkıyı 4 ay sonra aynı şekilde dinleyebiliyorum.
Yazık! İnsan geçmişine dışardan bakmayı becerebilince görüyor yazık halini. Ulan insan yaz başı nasılsa yaz sonu aynı kalmayı nasıl becebilir?
O yanlış adam böyle.
Bu kız böyle.
O zaman..
Bu böyle!

ehhh lan yolluyorum

2 post açıp hiç birini yollayamadım ya, şu içimdekileri çıkaramadım ya 3. postta saçmalayı kabul ettim ya. Gidenin arkasından el sallanmasının, su dökülmesinin, vedalaşmaların ve kavuşmaların kendine has güzelliğini anlatamadım ya bir de bunu her gün yaşadığımı yazıp sildim ya ben artık başka bir şey demiyorum kendime.
Tut içinde, git içine anlat, git kendi kendine yaşa, zıkkım ol, "koy g.tüne rahvan gitsin" de kendine sonra rahvan biçimde g.tüne koyduğunun peşine düş. Bu kadar aptalsın, bu kadar safsın işte. Yok neymiş "çok mutluyum" diye bağırıp parendeler atacakmış. Offfffff offfffffffffffff. gitsem gelmesem?

16 Eylül 2009 Çarşamba

Ağzına Ağzına Vurulası İnsanlar

Şimdi Yürütülüyor: M F Ö - M. V. A. B


Burada birileri hakkında olumsuz konuşmamaya, nefret kusmamaya azami gayret ediyorum. Şimdi biraz kusayım da son günlerde hasıl olan asabiyet halini bir nebze törpülesin diye düşünürken, çevreye rahatsızlık vermeme adına blogdan başka bir adres de bulamıyorum.

Anlatacaklarım sıkıntının ana kaynağı değil. Büyük kaynaklardan beslenen mutsuzluklara "caba" olarak, en münasebetsiz zamanda ortaya çıkıp asabiyeti körükleyen insanlar. Hani şıkır şıkır bir zamanda gelse fazlaca iplenmez ama, şeytanın karı boşadığı zamanda zaten barut gibiyken adamı ayar eden abiler, ablalar. İşte onlar:

Dükkan Yancıları: Kah telefonda müşteriyle gırtlaklaşırken, kah veresiye defteri karıştırıp cinnete gelmek üzereyken peydah olurlar. "Valla en iyisini yaptın abi, kendi işin olsun, küçük olsun. Hiç değilse karışanın yok" favori cümleleridir. Hayır, desem "Doğuş Grubu'na CEO oldum" bu sefer de "En temizi abi, boğulacaksan büyük denizde boğul" diyecek eşşoğlusu, adım gibi biliyorum. Ağzının üzerinden sumsuk eksik edilmemelidir.

Pek Bi' Merak Edenler: Elbette eşim dostum merak edecek halimi, ahvalimi ama bu dediğim zurnanın son deliği olup da herkesle, dolayısıyla benimle ilgili her şeyi pek bir merak eden homo sapiensler. "Bu iş ekmek yediriyor mu" cümlesini çok severler. İçiyor musun eskisi gibi, kazağı nereden / kaça aldın, hangi partiye oy verdin, yarin ile hoş musun... En tırtından en mahremine her şeyi merak ederler. Yalnız merak etmezler, aynı zamanda muhatabını uyuz ederler. Bilardo ıstakasıyla girişmek farz-ı kifayedir. Haaa! Unutuyordum. Bir de yüzük parmağını sıvazlayıp gevşek gevşek sırıtırken, "Paşa yok mu bişeyler, gelin melin; evlen artık" diyenler var ki onlara söyleyecek söz, edecek küfür, yapacak işkence bulamıyorum. Bre putperest, bre firavun; ben sana soruyor muyum "Nasipse ne zaman boşanıyosunuz" diye! İnsansı seni!!

Her Şeyi Bildiğimi Sananlar: Bunlar tartışmasız her lafa "Abi sen bilirsin bunu" diye başlarlar. Ardına ekle artık ne eklersen: Benim araba kaçtan gider, hatuna hediye ne alayım, Soma Linyit - Sökespor maçına 1 vereyim mi, Shell'in mazotu mu iyi BP'ninki mi, buğday mı ekmeli arpa mı, Varna Savaşı kaç yılında oldu... Bilmiyorum dersin, ikna olmaz. Akıl verirsin, beğenmez ensesini kafasını tokat içinde bıraktığımın.

Sanal Paylaşımcılar: Forward mail olsun, facebook videosu olsun ölümüne paylaşırlar. Faşizm, din, fanatizm gibi damarlardan beslenirler. Çeçen mücahitlerin kafa kesişini, Fenerli Okocha'nin fi tarihinde attığı golü, Esma-ül Hüsna'yı, bor minerallerinin kıymetini, hiç sevmediğim bir adamın şarkılarını defalarca millete yollamaktan katiyen sıkılmayan insanlardır. Paylaşıyomuş... Yerim öyle paylaşmayı! Elindeki ekmekten bir lokma vermez g.tveren.

Ertem Şener, Emre Tilev, İlker Yasin Üçlüsü: Sinir barajı dolmuş, kapakları zorlanıyor zaten. Eve gideyim de maç izleyeyim diyorum. Söver sayar rahatlarım hiç değilse diyorum. Ne mümkün! Bu üçü hiç sürpriz yapmadan tüm Şampiyonlar Ligi ve Avrupa Ligi maçların ırzına geçiyor. Tamam, kuru kuru isim sayma, arada da bilgi ver ama bunlar bambaşka arkadaş. Yok yok, NTV Spor maçları alıp Murat Kosova, Ercan Taner, Güntekin Onay bu üçlünün yerini almadıkça hafta içi maç izlemek haram bana.

Avrupa Konutları ve Modacı Elitist: Esen Pen'in bet sesli montaj ustasına rahmet okutur, o derece. Gündüz haber aralarında çok çıkıyor bu reklam. Konut reklamlarının birinde doktor anne var, birinde mesleğini hatırlayamadığım tenis oynayan emmi. Ama bir tanesi var ki, sakinken dahi ayar ediyor beni. Zaman kötüymüş de, insanın komşuları iyi olmalıymış. Tamam, ona itirazımız yok ama abla ne anlıyor "iyi" den? Rafine zevkleri olacakmış, stil sahibi olacakmış, estetik kaygıları olacakmış. Hele hele ikide bir "dii mi şekerim" demiyor mu. O şekerim diyen diline kızgın maşayla dalasım var modacı abla! Şekerimmiş... O elit totona tinerciler tıklasın inşallah!

Yok mu daha? Ühhüüüüüü, çok! Bunlar bir çırpıda aklıma geliverenler. Ama dakika itibariyle blogundan, sözlükten, köşesinden, ekrandan vs. ona buna sallayanlara müthiş hak verdim.

Rahatladım vre!

14 Eylül 2009 Pazartesi

ayna

Gözlerim gözlerimle aynada buluşunca korkuyorum, bakışlarımı kaçırmaya çalışıyorum. Sanki çok şey diyecek gibi bakıyorum kendime. Yalnızca kendime ama bu bakışlarım. Başkasıyla karşı karşıyayken gözlerim değil de o gereksiz yere sivrilen dilim devreye giriyor. Karşımdakinin gözlerine bakıp sadece gözlerle konuşup anlaşmayalı kaç zaman geçti bilmiyorum. Çok sık görüştüğüm bir insanın göz rengini 2 ay sonra farkediyorum (Malesef güzel olduklarını farkedip, mal gibi 2 ay neden bakmadığıma dertlenip gittiklerinde de gözleri bir türlü aklıma gelmeyince üzülüyorum) . Bakmayı başarabilirsem gördüğüm sadece kendi gözlerim oluyor. Benim gibi dilinin ayarı olmayan bir insan için çok büyük bir hata bu!
Şu aralar 6 tarafı aynalarla kaplı bir odada hissindeyim. Bakışlarımı kaçıramıyorum, gözlerim bile ne demek istediğinin farkında değil, onlar da kendini bilmez, ne dediğini bilmez anlatışlarda. Bazen ağlak, bazen dik dik, çok sık sinirli, nadiren sevecen, ara sıra güleç, aşırı aşık bakışlar. Hal böyle olunca daha fazla aklım karışıyor. Kendi kendimi daha bir anlamaz olurken, dilim daha sivirileşiyor, bakışlarım daha fazla başkalarından kaçıyor. Bu gidişle o 6 tarafı aynalarla kaplı işkence odasında yapayalnız kafayı yicem.
Benim böyle bakışmalardan kaçan bir insan olacağım aslında çocukluğumdan belliydi. Aptalca bir oyun oynardık çocukken, kim konuşmadan en uzun süre karşılıklı birbirine bakacak diye bir oyun. Meğer çok anlamlı ve gerekli bir oyunmuş. Ben çok çabuk sıkılır ve konuşmaya başlardım. Aslında gülmeye çünkü bir türlü gözlerimi karşıdakinin gözlerine odaklayamaz, burunda takılır kalırdım. Bir süre bir insanın burnuna bakınca, o burun çok komik bir hal alıyor. İşte o anları burna odaklanıp komik hale getirmek yerine gözlere odaklanıp değerlendirseydim şu anda başarılı bir göz konuşmacısı olabilir ve belki dilimi törpüleyebilirdim.
Neyse geçmiş zaman işte! Telafisi mümkün müdür bilemem. O yüzden her bilinmezliğimi attığım zamana bunu da atıyorum.

Varlık sahası

"Oraya gitme demedim mi sana?
Seni yalnız ben tanırım demedim mi?
Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi benim?" Mevlana

Bir gün kızsan bana, alsan başını yüzbin yıllık yere gitsen
Dönüp kavuşacağın yer benim demedim mi?"


Ete tırnaktan kop diyebilir misin? Diyemezsin. Tut ki dedin, dinler mi seni?
Yalvardım, belki hayatımda ilk kez, gitme dedim. demedim mi? Gittin.
Şimdi içim küllendi, tekrar nefes almaya başladım.
Acım gözyaşımdan dokunma bir hırka oldu, giydim üstüme.
Ben varlık sahasını terk ettim sevgilim...

Ben bizi et tırnak sanarken unutmuştum senin can'ının nerede başladığını.
Karnında dokuz ay nefes almadan, canını yaşatan insanı.
Ne büyük gaflet, nasıl bir sanrı.
Sana "Gitme!" derken unutmuştum nereye gittiğini.

Acım var elbet, olmaz mı?
Denize attığın taş gibi, an be an dibe çöken bir acım var.
Olur şey değil ya, artık anlamaya da başladım seni.

Gitme diyemem artık ama,
Geri gel emi...


"Rüzgarla gelmedim ki rüzgarla gideyim senin hayatından..." Şems Tebrizi

13 Eylül 2009 Pazar

yokluk

Yokluk içinde birikiyor. Anlatamıyorsun. Anlatacak kelimeleri bulamıyorsun. Yok ki! Neyi nasıl anlatasın?
Alkolden, sigaradan ve radyodan ibaretim. Sabaha kadar içeyim, dinleyeyim. Ne içkim bitsin, ne sigaram tükensin ne de bu yayın sona ersin. Alsın götürsün beni geçmişe sonra yakalasın kulağımdan sallasın geleceğe. Paso hayal, paso düş. Geçmiş ve gelecek arasında tatlı gelgitler.
Gerçekleri, rüyaları bırak benim elim kolum hayallerim ve düşlerim de bile bağlı. Bir anda ne devreye giriyor bilmiyorum ama kitabın en tatlı yerinde hayallere dalmışken ya da şarkının en içten kısmında bir düş kurarken biri sanki kitabı elimden alıyor veya aniden radyonun fişini çekiyor. Sonrası o kahrolası gerçekler.. Yüzleşmekten köşe bucak kaçtığın ama beni en olmadık anımda yakalayan gerçeklerim.
Elimi kolumu bağlayan ve malesef yanılgı olmayan gerçeklerim. Aslında olmayan, yokluk olan ama canımı almaya başlayınca herşeyden daha var gerçeklerim! Sevmiyorum bu ne dediğini bilmez hallerimi.

9 Eylül 2009 Çarşamba

Bir Kutlama, Bin Şükür


Bu kadar kısa zamanda, kim bu kadar yaren oldu sana diyen olsa sayamam ikinci bir isim. Sayacak olsam ıkk mıkkk derim, onu da beceremem hani.

"Ben feleğe neylemişim, beni her bahar ağlatır" demek adetten olmuşken bu bahar güzel güldüm sayende.

Bilirim, hiç sevmezsin "iyi ki doğmuş cancişim" tarzı kutlamaları ama, gerek overdose alkolün, gerekse tatil psikolojisinin tesirine sığınarak diyeyim ki;

İyi ki doğdun PERVANE, şükürler olsun ki benim dünyamdasın.

Cansın ;)

6 Eylül 2009 Pazar

tahminlerin dogru cikmasi

Toz pembe bulutlarım çok geçmeden uçtu ve yerini zifiri karanlığı getirecek olan kara bulutlarıma bıraktı. O pembe halin 24 saati aşabildiğine şükretmeli.
Nedense hiç şaşırmadım. Şaşırmamamın sebebi zaten olmasını tahmin ettiğim bir şey olduğundan değil, şaşma yetimin laçka olmasından kaynaklı. Artık herşey olağan geliyor, herşey olabilirmiş gibi. Mutlu da olunabilir mutsuz da hatta her ikisi bir arada bile olabilir insan. Aşkla nefretin bir arada olmasıda öyle. Severken öldürmek gibi birşey.
Evet, canım kesinlikle sıkkın ve ben bile ne dediğimi anlamıyorum!
* http://anyminutenow.com/images/images_2005/photo_2005/black_cloud.jpg

4 Eylül 2009 Cuma

Varolsun Yoldaşlar!

4 Eylül 2009
Adana 5 Ocak Stadı - Saat 21:00


Bugün Adana'da demiryolu işçilerinin takımı Adana Demirspor ile liman işçilerinin takımı A.S. Livorno Calcio, memleketimizde eşi görülmemiş bir dostluk ve dayanışma maçı oynayacaklar.

Bugün bu iki büyük takım, "futbol kitlelerin afyonudur" culara, "futbol topluma faşizm ve ırkçılık pompalar" cılara, "futbosever lümpendir" cilere; "dur hele yiğenim!" diyecek.

Endüstriyel futbola karşı direnen bu iki takımın tribünlerinde Ernesto resimleri, kızıl bayraklar açılırken, "futbol daha bir sanayi olsun da daha bir ekmek yiyelim" kafasındaki memleketim medya kartelleri, canlı yayımlamayacaklar elbette bu maçı. Bense saat 21:00 den itibaren bir yanım Adana'da, dudaklarımda Enternasyonel maçtan gelecek ilk görüntüleri bekleyeceğim.

Burası Adana

Burası Livorno Stadio Armando Picchi

3 Eylül 2009 Perşembe

03.09.09

Senin son 9 senene -sekmelere uğrasada çok önemli olmadı hiçbir zaman- şahidim. Hakkında söyleyebileceğim birçok şeye sahibim. Hangi birini söyleyim desem, başlayınca bitirmem gereken noktayı kestiremem. Hem birini unutursam sonra çok üzülürüm. Bir postta tüketemeyeceğim kadar çoklar. Aklıma geldiğinde beni bir defa üzdüğünü hatırlamadığım, hatırlayamadığım çünkü olmayan -olsa da zaten benden kaynaklı olur kesin, olmasın ama, dikkat edeyim bari :)- asla üzülmesine kıyamayacağım güzel insan Wory, nice yıllara!
Bugün hem senin doğumgününü hem de benim bir dakika süren ve yeten mutluluğumu kutlayayım dedim. Hatta bugünü altın harflerle bir yere mi yazsam?
Evet, bir dakika ve yeten bir mutluluk. Benim elimi ayağıma dolaştıran, şapşallaştıran, sandalyemde havalara uçuran ve müşteriyi kovduran mutluluğum.
O dakikadan itibaren mutluluğun gözlerimden ve dudaklarımdan okunduğuna eminim. İnsan istemsizce sırıttığını hissedince bir garip oluyor, kahkaha atası geliyor. Herkese sarılmak istedim, önüme gelenle kucaklaşmak, zıplamak, abartıp halay çekmek felan. Kendimden geçtim be kardeşim, daha nasıl diyeyim.
Ey Tanrım, gör bak, bir dakikası beni ne hallere getiren bir aşkın kucağındayım!
Bu gece toz pembenin uçmasıyla gelen zifiri karanlığı düşünesim, mutsuz olasım yok. Her dakika o bir dakikayı slow motion şeklinde yaşayasım, sürprizlere sarılıp aptal bir umut besleyesim var.
Daha fazla yazamıyacağım, mutluluktan burda çığlık kahkaha karışımı efektlere girecek gibiyim.
*Kendime Dipnot* Herşey daha güzel olursa, kokusu da güzelse bundan sonraki parfümüm bugünü anmak adına bu olsun.

Düş'tük...

Ne güzel bir şarkıydı o, gecenin sabaha karşısında geldip dilime dolanan...

"Böyle de yaşanır ayrılıklar, Uzak diye bir yer yok.
Paylaştığımız gökyüzü, kavuşturuyor bizi..."

Hayatımın hatırı sayılır bir kısmı "neden ben?" diye sormakla geçti güzel sevgilim. Tam sormayı bırakmam seninle tanışmama rastladı. Seni o zamana kadar çektiklerimin bir hediyesi olarak sorgusuz sualsiz alıp kabul ettim. Tanrı'nın beni duyduğunu en kuvvetli hissettiğim an, "Hayatımda olmandan onur duyuyorum." dediğin andı.

Hayatımın "sen" anına kadar hep ama hep bir şeyler için ağladım ben. Hastayım, öleceğim diye. Annem yanımda değil diye, babam terketti diye. Canım acıyor diye, milyonda bir olanları buluyorum diye.

Nihayet seninle Dünya'nın kapıları yeniden açıldı yüzüme. Sormadım artık neden diye. Besbelli ki hediyemdin, başımın tacıydın. Gözlerine baktığımda ağladığım, adamım...

Bizden ne istediler, neden böyle oldu, bir aydır kafamda dolanan binbir soruyu çektim bir kenara artık. Tek bildiğim dalında olgunlaşan bir meyvesin şimdi. Her bir sözle belki daha da ballanıyor için. Farkında değiller. Her bir olayda daha da büyüyorsun, büyüyoruz sevgilim.

Ne zaman bilmiyorum. Bir gün, son bir olayda, taşan son bir bardakta, aynı ağacın farklı dallarında birbirimizden habersiz "olup" aynı anda düşeceğiz özgür topraklara. Onlar farkında olmayacak aslında yaptıklarınının bizi büyüttüğünü. Sadece yere düştük sanacaklar. Oysa biz "ol"muş olacağız.

Sevdamız aynı ağaçtan çıkmak olacak. Aynı gökyüzünü paylaşmak olacak, birbirimize erişemediğimiz günlerin tadını çıkaracağız. Ayrı dalların iki meyvesiyken, bir kasenin içinde ağız tatlandıracağız beraber.

Onlar hep "düştük" sanacaklar...

2 Eylül 2009 Çarşamba

Worry is over!

Gönlümün kuytusu,
Rakımın soğuğu,
Acımın dindiği kol,
Sesimin içindeki sessizlik.
Bu senenin bana hediyesi oldun sen.
Düşümdeki fesleğenli çardağı armağan ettim sana,

İyi ki doğdun woryzover.
İyi ki geldin...

1 Eylül 2009 Salı

nahos sabahlar

Haftosunu kulaklığımı gittiğim bir yerde unutmuşum ve hala gidip alamadığımdan sabah yürüyüşlerim nahoş geçiyor. Şehrin algılanacak - algılanmayacak tüm gürültüsünü duyuyor gibiyim (Yanımdan geçenlerin hışır hışır kumaş sesleri gibi). Ayrıca gözümle gördüğüm herşeyi daha fazla yorumluyorum sanki (Mesela bir afişte kadının kuşlara attığı yem kafasından büyük geldi bugün ve ben dönüp öyle mi gerçekten diye baktım). Bir de ne zaman nerde olmam gerektiğini kestiremiyorum sanki hiç ilerlemiyor gibi geliyorum. Elif Şafak'ın Araf'ında ki Ömer gibi olmuşum meğersem. O da dinlediği şarkılara göre zamanı anlamlandırıyordu. Bende de şöyle bir şey var, dinlediğim şarkının sonunda bilmem ne cafenin önünde olmalıyım, şu köşeye varmalıyım, yol durumu bitince işyerine girmeliyim gibi.
Bir de "acaba şu an radyosunu açtı mı?" diye saate bakmalarım vardır yolda. "Yok daha açmamıştır, belki şimdi açmıştır, açtıysa bu şarkıyı hiç sevmezdi, acaba dj in değiştiğinin farkında mı? şu konuşan lavuğa şimdi beraber olsak kim bilir ne kadar gülerdik, aaaa benim en sevdiğim şarkı acaba onun aklına geldim mi? bu şarkıyı ona anlatmak için 3 gün uğraşmıştım" gibi saçma sapan düşünceler ve sorularla işyerine varırım. Bak işte bunu kendi kendime yapmadım. Hoş bir tesadüf sonucu sürekli aynı radyoyu dinlediğimizi anlamamızın akabinde benim sevdiğim bir şarkı çıktıysa ve eğer ben tepki vermediysem dinlettirene, tepki verdirtene kadar uğraşan bir insan sözkonusu olunca radyo ve radyoda benim sevdiğim şarkıların çıkması inanılmaz acı veriyor. Neyse ki yeni şarkıları sevebilme potansiyeline sahibim. Gerçi bu sefer de "keşke artık bu şarkıyı çok sevdiğimi ona söyleyebilseydim" diye içimden geçirip dertleniyorum.
Ben de dağa taşa, belediye afişlerine, otobüs duraklarına, inşaat araç gereçlerinden geçemediğim kaldırımlara, köşe başlarına, trafik ışıklarına, beni ezmesinden kaçtığım tramvaylara diyorum. Sabah sabah içimde kalmasından iyidir bence. Ha böyle olup olmadık şeylerle konuşarak sonum ne olur onu bilemem.
* Kulaklıklarımın bunlarla bir alakası yok olmasına da imkan yok. Bu ne kokoşluktur :) http://www.cebeci.info/7568-jawbone-bluetooth-kulaklik.html

Kabak Tadı

Şimdi Yürütülüyor: İbrahim Tatlıses - Beyaz Peynir

Can yakan, acı veren insan dönüyor, dolaşıyor, buluyor acılananı. Anlayamadığım birşey bu. Failin olay yerine dönmesi klişesine benziyor. Başarmışsın halbuki tertemiz, bırak olay yerinde değil mi! Hem bak, bırakırsan kendi haline, birisi insafa gelir, yarasını sarar belki. Ha, dersen ki maksadım işi sağlama almak, gelir bir el daha ateş edersin, kökünden çözersin sorunu, amenna.

Ama diyorsan ki amacım vicdan rahatlatmak, az biraz da gönül almak, hiç gelme tekrardan olay yerine. Papaza git, imama git, yogaya git, çeşme yaptır, vakıf kur, çocuk okut ama sırf vicdanım rahat olsun diye bik bik edip üzme insanı sonradan sonradan. Emin ol, sevinmiyor karşındaki "Ne iyi etti de aradı gece gece" diye.

Meşhur bir laf var ya; ilk düğmeyi yanlış iliklediysen gerisini de yanlış iliklersin. Baştan kaydırmışsın çünkü. Baştan hesap yapmayacaksın ki, sonradan vicdanınla hesaplaşmayasın!

"Konu kapanmıştır" diyordum... Bazen konuyu uzaktan kapatmak yetmiyor anladığım. Düğmesinden kapatmak gerekiyor, fişten sökmek gerekiyor.

30 Ağustos 2009 Pazar

git ve kafani toparla

Belki bir seneden fazla bir zamandır görüş(e)mediğim arkadaşıma gittim. Eskiden gelsin diye yolunu gözlediğim ya da ben yanına gidebileyim diye vakit kolladığım bir insan bu. Defalarca geceyi kah konuşarak kah gülüşerek ya da benim ağlak onun azarlar hali ile sabaha bağladığım biri. Bu sefer öyle olmadı işte. Sustum, bir şey anlatamadım, çok cılız gülüşme oldu, ağlak değildim ama onu biliyorum, uykuya da yenik düşmedim basbaya bilerek ve isteyerek uyudum. Sabah benim ağır bir travmada olduğum, çok düşündüğüm, kurguladığım ve böyle çok fazla yaşayamayacağım sonucuna varmıştı. "Yazık!" dedi. Bir sigara içimlik süre kadar yerimden kalkamadım, dolaba, pencereye, perdeye, tavana, parkelere baktım. "Ne düşünüyorsun?" diye sorduğunda "eve nasıl gideceğimi" diyebildim. Aşk acısı çektiğimi, yine yanlış bir adamı sevdiğimi, aşık olduğumu, bir an bile onu düşünmeden duramadığımı, onu çok özlediğimi, göremediğimi, dokunamadığımı, ondan sebep sürekli saçmaladığımı felan söyleyemedim. Zaten sebep ne olursa olsun bir acı çektiğim konuşma ve hareketlerimden anlaşıldığı için söylememe de gerek yoktu hani.
Dengesiz bir şekilde konuşuyor dengesiz bir şekilde hareket ediyormuşum. Aşk değil miydi bu ya? Aşk bir dengesizlik işi değil miydi?
Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi'ni okuyorum. 290. sayfasına geldim ve her sayfa atlayışımda Kemal gibi olmaktan korkuyorum. Sanki değilmişim gibi, saplantım felan yokmuş gibi. Tamam, onun kadar olmasa da az buçuk yakınım. Eşyalara bağımlılığımı 9 ay önce bırakma kararı almış ve yıllarca biriktirdiklerimi bir çırpıda atmıştım, atmak zorunda kaldım da denebilir aslında. Şimdi de çok kurtulmuş değilim işin gerçeği. Kemal gibi ben de hala bana "o an"ı hatırlatsın diye birşeyleri saklar dururum. Orama burama sürmüyorum ama. Adam kızın kullandığı cetveli bile ağzına soktu be.
Orhan Pamuk mutluluk için şöyle bir şey yazmış; "Mutluluk, insanın sevdiği kişiye yakın olmasıdur yalnızca". Bu cümleyi okuyunca şöyle bir kendime baktım, sanki mutsuz olduğumu yeni farketmiş gibi "evet, mutluluk insanın sevdiği kişiye yakın olmasıdır" diye Pamuk'u doğruladım.
Karıncalardan nefret ediyorum ama beni inatla yalnız bırakmadıkları için onları tebrik ediyorum, tebrik ederken telef ettiklerim için yaradandan tabiki af diliyorum.