28 Eylül 2009 Pazartesi

İdareten

"Bir şişe şarapta, bütün kitaplardakinden daha fazla düşünce vardır" buyurmuş Pasteur.
Eh madem, koskoca bilim insanını yanıltmayayım diye düşüneyim diyorum... -Yersen-

Öyle işte... Düşünüyorum!
Düşündükçe gidiyor sanki hamlık.

Direğin ordan dönülmek üzrere emanet alınan bisiklet,
"Abi bi el geçeyim mi" diyene emanet edilen jeton,
Fotoğrafçıda vesikalık çektirirken takılan, "tek takımlık kravat" !!!

"İdareten" hep bu hayat!!!
Hele durayım da bir bakayım, nereye kadar idare eder beni.

27 Eylül 2009 Pazar

Zor


Tamam, var bir takım sabit noktalar, kımıldatamadığım. Belli başlı yasalar, ilkeler, kırmızı çizgiler, olmazsa olmazlar...

Ama aralar çok boş be. Doldurmak zaman istiyor, zaman sabır istiyor. Sakinlik istiyor, celallenmemek istiyor.

Kırk fırın ekmek... Yersen!

26 Eylül 2009 Cumartesi

mukemmel plan

Haftasonu denilen anlar Cuma eve gelip çıkmaya hazırlanırken ilk biranın açılmasıyla başlar ve Pazar günü iş hazırlıklarıyla sonlanır. Daha önceleri sektirmeden Cumasını Cumartesini sokaklarda, ismini bile hatırlamadığı mekanlarda fink atarak geçiren ben baya bir süredir kendisini eve kapatmış durumdayım. Bu haftasonu için kendi kendime ne olursa olsun dışarı çıkma sözü verdiydim. Arayıp soran haftasonu birşeyler ayarlayalım, birşeyler yapalım diyenlerim yok değil, sağolsunlar varlar. Ben ayar kısmında kitleniyorum yalnız. "Ayarlayalım birşeyler yapalım" lafını duydum mu "tamam yapalım ama uygun olursak yapalım, şimdiden ayarlayamayalım" diye yapıştırıyorum. Sonuca gelirsek: ayarsız ben, makyajlı giyinik vaziyette ben, elinde telefon onu bunu arayan ben, plan beğenmeyip evde oturan yine ben. Madem dışarı çıkma kararı veriyorsun ee o zaman neden adam, grup, plan vs beğenmiyorsun? Bu hallerim için şahsıma yapılan tek yorum ise şu: "hep daha iyisini bekliyorsun". Yani çok da yanlış değil hem sevdiğim insalarla çıkacağım, hem istediğim yere gideceğim, hem istediğim saatte döneceğim.
İşte böyle anlarda son yanlış adamımı acayip özlüyorum. Plan yapmaya gerek olmaksızın, kaçta olursa olsun çıkışlar, tamam yeter deyip dönüşler, burayı beğenmedim diyip mekan değiştirmeler, nasıl olsa bir şekilde döneriz demeler.
Hala bu haftasonu için kendi kendime ne olursa olsun dışarı çıkma sözü vermiş bulunduğum için sözümü tutacağım ve yarım saatliğine bile olsa çıkacağım. İyice asosyal, nete, eve, işe bağımlı bir insan olmadan kendimi sokaklara atmalıyım. Dozunu iyi ayarlarsam eski günlerime hissetmeden dönebilirim belki. Onu da unutur, başımın çaresine, eğlenmeme bakarım.
Keşke mükemmel evde oturunca kapımı çalan birşey olsa!

25 Eylül 2009 Cuma

buraya kadar(mıs)

Maraton denen şeyin bir sonu olmazsa anlamı olmaz değil mi? Sonu yok olmasa mukavemetı nasıl ölçeceksin ki? İşte sabırda böyle bir şey. Bir sonu, bir haddi var. Yoksa mukavemetımızı nasıl bilebileceğiz?
Galiba benimki buraya kadarmış. Bu kadarını bana zaman gösterdi, bundan sonrasını da o gösterecek. Şu an dolmuş ve taşmasına bir damla kalmış bir bardak durumundayım. Damla olmazsa o tirada lüzum kalmaz dolu bir şekilde yaşanılır, buharlaşılır ve bardak azıcık boşalır. Damla olursa o tirad ucundan ya da tamamen yaşanılır, taşılır ve bardak azıcık boşalır. İkisi arasındaki fark ise içerde uhde olarak kalır. Biliyorum, benimkisi buharlaşma sonucu oluşacak bir boşalma. Tercihin ne deseler, şu an ben de onu tercih ederim, kimseyle muhattap olmaya takadim yok.
Bir yere 3-5 gün diye gitsem 1-2 yıl dönmesem!
Burayı bu kadar çabuk tüketeceğimi ve başka diyarlara gidişi düşleyeceğimi 1 yıl önce hiç hayal etmezdim. Tüketiliyormuş, oluyormuş...

24 Eylül 2009 Perşembe

tut ki cildirdim!

Beni günün her hangi bir diliminde ki 1:25 saniye içinde yerin dibine sokan ve yine bir başka günün her hangi bir diliminde ki 1:25 saniye içinde gökyüzüne fırlatan aynı adam. Yüzümü astıran ya da koşarak ona buna sarıldıran o adam. Yanlış adam. Aslında benim yanlışlarımı su yüzüne çıkaran, daha bir yanlışa sevkeden, bir türlü kendime dönmeme, toparlanmama imkan vermeyen adam. Ben artık onda suçun olmadığını ve kendimin yanlış olduğuna karar verdim. Kesinlikle yanlış ve dengesiz olan benim. Nerden mi anladım?
"Yeter artık ben çok yoruldum ve usandım. Adam gibi konuşmalı ve artık birlikte ya da ayrı olduğumuzun bir kararını vermeliyiz. Birlikteysek bir ilişki içinde gibi yaşamalı yok ayrıysak cidden ayrılmalıyız. Konuşup karar veremiyorsak da bu durumu acilen kestirip atmalıyız, b.ktan bahanelerle birbirimizi aramamalı, unutmalıyız." demememden, diyemememden.
Şu yukarıda ki cümleyi hızlı bir şekilde söyleyince 1:25 dk yı bile almıyor.
Acep onda yerin dibini boylama etkisini mi yoksa gökyüzüne uçma etkisini mi yaratır?
Ne olursa olsun, ne dersen desin, ne diyemezsem diyemeyeyim, yanlış olsun, doğru olsun, berbat olsun ya da şahane... Bir hatanın artık yamacında değil de kucağında oturduğumun farkındayım! Malesef herşeyin farkındayım ama sanki bunu bildiğimi ya da kabul ettiğimi bir başkası anlarsa asıl yanlış o zaman başlayacak gibi.
Tut ki çıldırdım işte!

Bu Ne Lan!

Şimdi Yürütülüyor: Rober Hatemo - Esmer

Ne modifiye üstü açık Tofaş Şahin,
Ne huşu içinde balıkla konuştuğunu, söyleştiğini iddia eden abi,
Ne de seneler sonra kendiliğinden arayan eski sevgili...

Hiçbir şey şaşırtamaz beni artık kolay kolay.
Bana düşen, bu esmer güzeli abinin huzurunda sonsuz saygıyla eğilmektir.
( foto: http://tinyurl.com/y8m76um )

22 Eylül 2009 Salı

zamana takik

Arkadaşı aradım telefonu kapalı. Ben ne zaman "bu böyle" dedim diye soracaktım. Haziran diyecekmiş ki azcık araştırmayla buldum zaten. Hazirandan beri gerzek gerzek "bu böyle" şeklinde geziyorum demek ki. Çünkü içimdeki o enerjisini şeytandan aldığını kabul ettiğim his Hazirandan bu yana zerre değişmemiş olmalı ki şarkıyı 4 ay sonra aynı şekilde dinleyebiliyorum.
Yazık! İnsan geçmişine dışardan bakmayı becerebilince görüyor yazık halini. Ulan insan yaz başı nasılsa yaz sonu aynı kalmayı nasıl becebilir?
O yanlış adam böyle.
Bu kız böyle.
O zaman..
Bu böyle!

ehhh lan yolluyorum

2 post açıp hiç birini yollayamadım ya, şu içimdekileri çıkaramadım ya 3. postta saçmalayı kabul ettim ya. Gidenin arkasından el sallanmasının, su dökülmesinin, vedalaşmaların ve kavuşmaların kendine has güzelliğini anlatamadım ya bir de bunu her gün yaşadığımı yazıp sildim ya ben artık başka bir şey demiyorum kendime.
Tut içinde, git içine anlat, git kendi kendine yaşa, zıkkım ol, "koy g.tüne rahvan gitsin" de kendine sonra rahvan biçimde g.tüne koyduğunun peşine düş. Bu kadar aptalsın, bu kadar safsın işte. Yok neymiş "çok mutluyum" diye bağırıp parendeler atacakmış. Offfffff offfffffffffffff. gitsem gelmesem?

16 Eylül 2009 Çarşamba

Ağzına Ağzına Vurulası İnsanlar

Şimdi Yürütülüyor: M F Ö - M. V. A. B


Burada birileri hakkında olumsuz konuşmamaya, nefret kusmamaya azami gayret ediyorum. Şimdi biraz kusayım da son günlerde hasıl olan asabiyet halini bir nebze törpülesin diye düşünürken, çevreye rahatsızlık vermeme adına blogdan başka bir adres de bulamıyorum.

Anlatacaklarım sıkıntının ana kaynağı değil. Büyük kaynaklardan beslenen mutsuzluklara "caba" olarak, en münasebetsiz zamanda ortaya çıkıp asabiyeti körükleyen insanlar. Hani şıkır şıkır bir zamanda gelse fazlaca iplenmez ama, şeytanın karı boşadığı zamanda zaten barut gibiyken adamı ayar eden abiler, ablalar. İşte onlar:

Dükkan Yancıları: Kah telefonda müşteriyle gırtlaklaşırken, kah veresiye defteri karıştırıp cinnete gelmek üzereyken peydah olurlar. "Valla en iyisini yaptın abi, kendi işin olsun, küçük olsun. Hiç değilse karışanın yok" favori cümleleridir. Hayır, desem "Doğuş Grubu'na CEO oldum" bu sefer de "En temizi abi, boğulacaksan büyük denizde boğul" diyecek eşşoğlusu, adım gibi biliyorum. Ağzının üzerinden sumsuk eksik edilmemelidir.

Pek Bi' Merak Edenler: Elbette eşim dostum merak edecek halimi, ahvalimi ama bu dediğim zurnanın son deliği olup da herkesle, dolayısıyla benimle ilgili her şeyi pek bir merak eden homo sapiensler. "Bu iş ekmek yediriyor mu" cümlesini çok severler. İçiyor musun eskisi gibi, kazağı nereden / kaça aldın, hangi partiye oy verdin, yarin ile hoş musun... En tırtından en mahremine her şeyi merak ederler. Yalnız merak etmezler, aynı zamanda muhatabını uyuz ederler. Bilardo ıstakasıyla girişmek farz-ı kifayedir. Haaa! Unutuyordum. Bir de yüzük parmağını sıvazlayıp gevşek gevşek sırıtırken, "Paşa yok mu bişeyler, gelin melin; evlen artık" diyenler var ki onlara söyleyecek söz, edecek küfür, yapacak işkence bulamıyorum. Bre putperest, bre firavun; ben sana soruyor muyum "Nasipse ne zaman boşanıyosunuz" diye! İnsansı seni!!

Her Şeyi Bildiğimi Sananlar: Bunlar tartışmasız her lafa "Abi sen bilirsin bunu" diye başlarlar. Ardına ekle artık ne eklersen: Benim araba kaçtan gider, hatuna hediye ne alayım, Soma Linyit - Sökespor maçına 1 vereyim mi, Shell'in mazotu mu iyi BP'ninki mi, buğday mı ekmeli arpa mı, Varna Savaşı kaç yılında oldu... Bilmiyorum dersin, ikna olmaz. Akıl verirsin, beğenmez ensesini kafasını tokat içinde bıraktığımın.

Sanal Paylaşımcılar: Forward mail olsun, facebook videosu olsun ölümüne paylaşırlar. Faşizm, din, fanatizm gibi damarlardan beslenirler. Çeçen mücahitlerin kafa kesişini, Fenerli Okocha'nin fi tarihinde attığı golü, Esma-ül Hüsna'yı, bor minerallerinin kıymetini, hiç sevmediğim bir adamın şarkılarını defalarca millete yollamaktan katiyen sıkılmayan insanlardır. Paylaşıyomuş... Yerim öyle paylaşmayı! Elindeki ekmekten bir lokma vermez g.tveren.

Ertem Şener, Emre Tilev, İlker Yasin Üçlüsü: Sinir barajı dolmuş, kapakları zorlanıyor zaten. Eve gideyim de maç izleyeyim diyorum. Söver sayar rahatlarım hiç değilse diyorum. Ne mümkün! Bu üçü hiç sürpriz yapmadan tüm Şampiyonlar Ligi ve Avrupa Ligi maçların ırzına geçiyor. Tamam, kuru kuru isim sayma, arada da bilgi ver ama bunlar bambaşka arkadaş. Yok yok, NTV Spor maçları alıp Murat Kosova, Ercan Taner, Güntekin Onay bu üçlünün yerini almadıkça hafta içi maç izlemek haram bana.

Avrupa Konutları ve Modacı Elitist: Esen Pen'in bet sesli montaj ustasına rahmet okutur, o derece. Gündüz haber aralarında çok çıkıyor bu reklam. Konut reklamlarının birinde doktor anne var, birinde mesleğini hatırlayamadığım tenis oynayan emmi. Ama bir tanesi var ki, sakinken dahi ayar ediyor beni. Zaman kötüymüş de, insanın komşuları iyi olmalıymış. Tamam, ona itirazımız yok ama abla ne anlıyor "iyi" den? Rafine zevkleri olacakmış, stil sahibi olacakmış, estetik kaygıları olacakmış. Hele hele ikide bir "dii mi şekerim" demiyor mu. O şekerim diyen diline kızgın maşayla dalasım var modacı abla! Şekerimmiş... O elit totona tinerciler tıklasın inşallah!

Yok mu daha? Ühhüüüüüü, çok! Bunlar bir çırpıda aklıma geliverenler. Ama dakika itibariyle blogundan, sözlükten, köşesinden, ekrandan vs. ona buna sallayanlara müthiş hak verdim.

Rahatladım vre!

14 Eylül 2009 Pazartesi

ayna

Gözlerim gözlerimle aynada buluşunca korkuyorum, bakışlarımı kaçırmaya çalışıyorum. Sanki çok şey diyecek gibi bakıyorum kendime. Yalnızca kendime ama bu bakışlarım. Başkasıyla karşı karşıyayken gözlerim değil de o gereksiz yere sivrilen dilim devreye giriyor. Karşımdakinin gözlerine bakıp sadece gözlerle konuşup anlaşmayalı kaç zaman geçti bilmiyorum. Çok sık görüştüğüm bir insanın göz rengini 2 ay sonra farkediyorum (Malesef güzel olduklarını farkedip, mal gibi 2 ay neden bakmadığıma dertlenip gittiklerinde de gözleri bir türlü aklıma gelmeyince üzülüyorum) . Bakmayı başarabilirsem gördüğüm sadece kendi gözlerim oluyor. Benim gibi dilinin ayarı olmayan bir insan için çok büyük bir hata bu!
Şu aralar 6 tarafı aynalarla kaplı bir odada hissindeyim. Bakışlarımı kaçıramıyorum, gözlerim bile ne demek istediğinin farkında değil, onlar da kendini bilmez, ne dediğini bilmez anlatışlarda. Bazen ağlak, bazen dik dik, çok sık sinirli, nadiren sevecen, ara sıra güleç, aşırı aşık bakışlar. Hal böyle olunca daha fazla aklım karışıyor. Kendi kendimi daha bir anlamaz olurken, dilim daha sivirileşiyor, bakışlarım daha fazla başkalarından kaçıyor. Bu gidişle o 6 tarafı aynalarla kaplı işkence odasında yapayalnız kafayı yicem.
Benim böyle bakışmalardan kaçan bir insan olacağım aslında çocukluğumdan belliydi. Aptalca bir oyun oynardık çocukken, kim konuşmadan en uzun süre karşılıklı birbirine bakacak diye bir oyun. Meğer çok anlamlı ve gerekli bir oyunmuş. Ben çok çabuk sıkılır ve konuşmaya başlardım. Aslında gülmeye çünkü bir türlü gözlerimi karşıdakinin gözlerine odaklayamaz, burunda takılır kalırdım. Bir süre bir insanın burnuna bakınca, o burun çok komik bir hal alıyor. İşte o anları burna odaklanıp komik hale getirmek yerine gözlere odaklanıp değerlendirseydim şu anda başarılı bir göz konuşmacısı olabilir ve belki dilimi törpüleyebilirdim.
Neyse geçmiş zaman işte! Telafisi mümkün müdür bilemem. O yüzden her bilinmezliğimi attığım zamana bunu da atıyorum.

Varlık sahası

"Oraya gitme demedim mi sana?
Seni yalnız ben tanırım demedim mi?
Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi benim?" Mevlana

Bir gün kızsan bana, alsan başını yüzbin yıllık yere gitsen
Dönüp kavuşacağın yer benim demedim mi?"


Ete tırnaktan kop diyebilir misin? Diyemezsin. Tut ki dedin, dinler mi seni?
Yalvardım, belki hayatımda ilk kez, gitme dedim. demedim mi? Gittin.
Şimdi içim küllendi, tekrar nefes almaya başladım.
Acım gözyaşımdan dokunma bir hırka oldu, giydim üstüme.
Ben varlık sahasını terk ettim sevgilim...

Ben bizi et tırnak sanarken unutmuştum senin can'ının nerede başladığını.
Karnında dokuz ay nefes almadan, canını yaşatan insanı.
Ne büyük gaflet, nasıl bir sanrı.
Sana "Gitme!" derken unutmuştum nereye gittiğini.

Acım var elbet, olmaz mı?
Denize attığın taş gibi, an be an dibe çöken bir acım var.
Olur şey değil ya, artık anlamaya da başladım seni.

Gitme diyemem artık ama,
Geri gel emi...


"Rüzgarla gelmedim ki rüzgarla gideyim senin hayatından..." Şems Tebrizi

13 Eylül 2009 Pazar

yokluk

Yokluk içinde birikiyor. Anlatamıyorsun. Anlatacak kelimeleri bulamıyorsun. Yok ki! Neyi nasıl anlatasın?
Alkolden, sigaradan ve radyodan ibaretim. Sabaha kadar içeyim, dinleyeyim. Ne içkim bitsin, ne sigaram tükensin ne de bu yayın sona ersin. Alsın götürsün beni geçmişe sonra yakalasın kulağımdan sallasın geleceğe. Paso hayal, paso düş. Geçmiş ve gelecek arasında tatlı gelgitler.
Gerçekleri, rüyaları bırak benim elim kolum hayallerim ve düşlerim de bile bağlı. Bir anda ne devreye giriyor bilmiyorum ama kitabın en tatlı yerinde hayallere dalmışken ya da şarkının en içten kısmında bir düş kurarken biri sanki kitabı elimden alıyor veya aniden radyonun fişini çekiyor. Sonrası o kahrolası gerçekler.. Yüzleşmekten köşe bucak kaçtığın ama beni en olmadık anımda yakalayan gerçeklerim.
Elimi kolumu bağlayan ve malesef yanılgı olmayan gerçeklerim. Aslında olmayan, yokluk olan ama canımı almaya başlayınca herşeyden daha var gerçeklerim! Sevmiyorum bu ne dediğini bilmez hallerimi.

9 Eylül 2009 Çarşamba

Bir Kutlama, Bin Şükür


Bu kadar kısa zamanda, kim bu kadar yaren oldu sana diyen olsa sayamam ikinci bir isim. Sayacak olsam ıkk mıkkk derim, onu da beceremem hani.

"Ben feleğe neylemişim, beni her bahar ağlatır" demek adetten olmuşken bu bahar güzel güldüm sayende.

Bilirim, hiç sevmezsin "iyi ki doğmuş cancişim" tarzı kutlamaları ama, gerek overdose alkolün, gerekse tatil psikolojisinin tesirine sığınarak diyeyim ki;

İyi ki doğdun PERVANE, şükürler olsun ki benim dünyamdasın.

Cansın ;)

6 Eylül 2009 Pazar

tahminlerin dogru cikmasi

Toz pembe bulutlarım çok geçmeden uçtu ve yerini zifiri karanlığı getirecek olan kara bulutlarıma bıraktı. O pembe halin 24 saati aşabildiğine şükretmeli.
Nedense hiç şaşırmadım. Şaşırmamamın sebebi zaten olmasını tahmin ettiğim bir şey olduğundan değil, şaşma yetimin laçka olmasından kaynaklı. Artık herşey olağan geliyor, herşey olabilirmiş gibi. Mutlu da olunabilir mutsuz da hatta her ikisi bir arada bile olabilir insan. Aşkla nefretin bir arada olmasıda öyle. Severken öldürmek gibi birşey.
Evet, canım kesinlikle sıkkın ve ben bile ne dediğimi anlamıyorum!
* http://anyminutenow.com/images/images_2005/photo_2005/black_cloud.jpg

4 Eylül 2009 Cuma

Varolsun Yoldaşlar!

4 Eylül 2009
Adana 5 Ocak Stadı - Saat 21:00


Bugün Adana'da demiryolu işçilerinin takımı Adana Demirspor ile liman işçilerinin takımı A.S. Livorno Calcio, memleketimizde eşi görülmemiş bir dostluk ve dayanışma maçı oynayacaklar.

Bugün bu iki büyük takım, "futbol kitlelerin afyonudur" culara, "futbol topluma faşizm ve ırkçılık pompalar" cılara, "futbosever lümpendir" cilere; "dur hele yiğenim!" diyecek.

Endüstriyel futbola karşı direnen bu iki takımın tribünlerinde Ernesto resimleri, kızıl bayraklar açılırken, "futbol daha bir sanayi olsun da daha bir ekmek yiyelim" kafasındaki memleketim medya kartelleri, canlı yayımlamayacaklar elbette bu maçı. Bense saat 21:00 den itibaren bir yanım Adana'da, dudaklarımda Enternasyonel maçtan gelecek ilk görüntüleri bekleyeceğim.

Burası Adana

Burası Livorno Stadio Armando Picchi

3 Eylül 2009 Perşembe

03.09.09

Senin son 9 senene -sekmelere uğrasada çok önemli olmadı hiçbir zaman- şahidim. Hakkında söyleyebileceğim birçok şeye sahibim. Hangi birini söyleyim desem, başlayınca bitirmem gereken noktayı kestiremem. Hem birini unutursam sonra çok üzülürüm. Bir postta tüketemeyeceğim kadar çoklar. Aklıma geldiğinde beni bir defa üzdüğünü hatırlamadığım, hatırlayamadığım çünkü olmayan -olsa da zaten benden kaynaklı olur kesin, olmasın ama, dikkat edeyim bari :)- asla üzülmesine kıyamayacağım güzel insan Wory, nice yıllara!
Bugün hem senin doğumgününü hem de benim bir dakika süren ve yeten mutluluğumu kutlayayım dedim. Hatta bugünü altın harflerle bir yere mi yazsam?
Evet, bir dakika ve yeten bir mutluluk. Benim elimi ayağıma dolaştıran, şapşallaştıran, sandalyemde havalara uçuran ve müşteriyi kovduran mutluluğum.
O dakikadan itibaren mutluluğun gözlerimden ve dudaklarımdan okunduğuna eminim. İnsan istemsizce sırıttığını hissedince bir garip oluyor, kahkaha atası geliyor. Herkese sarılmak istedim, önüme gelenle kucaklaşmak, zıplamak, abartıp halay çekmek felan. Kendimden geçtim be kardeşim, daha nasıl diyeyim.
Ey Tanrım, gör bak, bir dakikası beni ne hallere getiren bir aşkın kucağındayım!
Bu gece toz pembenin uçmasıyla gelen zifiri karanlığı düşünesim, mutsuz olasım yok. Her dakika o bir dakikayı slow motion şeklinde yaşayasım, sürprizlere sarılıp aptal bir umut besleyesim var.
Daha fazla yazamıyacağım, mutluluktan burda çığlık kahkaha karışımı efektlere girecek gibiyim.
*Kendime Dipnot* Herşey daha güzel olursa, kokusu da güzelse bundan sonraki parfümüm bugünü anmak adına bu olsun.

Düş'tük...

Ne güzel bir şarkıydı o, gecenin sabaha karşısında geldip dilime dolanan...

"Böyle de yaşanır ayrılıklar, Uzak diye bir yer yok.
Paylaştığımız gökyüzü, kavuşturuyor bizi..."

Hayatımın hatırı sayılır bir kısmı "neden ben?" diye sormakla geçti güzel sevgilim. Tam sormayı bırakmam seninle tanışmama rastladı. Seni o zamana kadar çektiklerimin bir hediyesi olarak sorgusuz sualsiz alıp kabul ettim. Tanrı'nın beni duyduğunu en kuvvetli hissettiğim an, "Hayatımda olmandan onur duyuyorum." dediğin andı.

Hayatımın "sen" anına kadar hep ama hep bir şeyler için ağladım ben. Hastayım, öleceğim diye. Annem yanımda değil diye, babam terketti diye. Canım acıyor diye, milyonda bir olanları buluyorum diye.

Nihayet seninle Dünya'nın kapıları yeniden açıldı yüzüme. Sormadım artık neden diye. Besbelli ki hediyemdin, başımın tacıydın. Gözlerine baktığımda ağladığım, adamım...

Bizden ne istediler, neden böyle oldu, bir aydır kafamda dolanan binbir soruyu çektim bir kenara artık. Tek bildiğim dalında olgunlaşan bir meyvesin şimdi. Her bir sözle belki daha da ballanıyor için. Farkında değiller. Her bir olayda daha da büyüyorsun, büyüyoruz sevgilim.

Ne zaman bilmiyorum. Bir gün, son bir olayda, taşan son bir bardakta, aynı ağacın farklı dallarında birbirimizden habersiz "olup" aynı anda düşeceğiz özgür topraklara. Onlar farkında olmayacak aslında yaptıklarınının bizi büyüttüğünü. Sadece yere düştük sanacaklar. Oysa biz "ol"muş olacağız.

Sevdamız aynı ağaçtan çıkmak olacak. Aynı gökyüzünü paylaşmak olacak, birbirimize erişemediğimiz günlerin tadını çıkaracağız. Ayrı dalların iki meyvesiyken, bir kasenin içinde ağız tatlandıracağız beraber.

Onlar hep "düştük" sanacaklar...

2 Eylül 2009 Çarşamba

Worry is over!

Gönlümün kuytusu,
Rakımın soğuğu,
Acımın dindiği kol,
Sesimin içindeki sessizlik.
Bu senenin bana hediyesi oldun sen.
Düşümdeki fesleğenli çardağı armağan ettim sana,

İyi ki doğdun woryzover.
İyi ki geldin...

1 Eylül 2009 Salı

nahos sabahlar

Haftosunu kulaklığımı gittiğim bir yerde unutmuşum ve hala gidip alamadığımdan sabah yürüyüşlerim nahoş geçiyor. Şehrin algılanacak - algılanmayacak tüm gürültüsünü duyuyor gibiyim (Yanımdan geçenlerin hışır hışır kumaş sesleri gibi). Ayrıca gözümle gördüğüm herşeyi daha fazla yorumluyorum sanki (Mesela bir afişte kadının kuşlara attığı yem kafasından büyük geldi bugün ve ben dönüp öyle mi gerçekten diye baktım). Bir de ne zaman nerde olmam gerektiğini kestiremiyorum sanki hiç ilerlemiyor gibi geliyorum. Elif Şafak'ın Araf'ında ki Ömer gibi olmuşum meğersem. O da dinlediği şarkılara göre zamanı anlamlandırıyordu. Bende de şöyle bir şey var, dinlediğim şarkının sonunda bilmem ne cafenin önünde olmalıyım, şu köşeye varmalıyım, yol durumu bitince işyerine girmeliyim gibi.
Bir de "acaba şu an radyosunu açtı mı?" diye saate bakmalarım vardır yolda. "Yok daha açmamıştır, belki şimdi açmıştır, açtıysa bu şarkıyı hiç sevmezdi, acaba dj in değiştiğinin farkında mı? şu konuşan lavuğa şimdi beraber olsak kim bilir ne kadar gülerdik, aaaa benim en sevdiğim şarkı acaba onun aklına geldim mi? bu şarkıyı ona anlatmak için 3 gün uğraşmıştım" gibi saçma sapan düşünceler ve sorularla işyerine varırım. Bak işte bunu kendi kendime yapmadım. Hoş bir tesadüf sonucu sürekli aynı radyoyu dinlediğimizi anlamamızın akabinde benim sevdiğim bir şarkı çıktıysa ve eğer ben tepki vermediysem dinlettirene, tepki verdirtene kadar uğraşan bir insan sözkonusu olunca radyo ve radyoda benim sevdiğim şarkıların çıkması inanılmaz acı veriyor. Neyse ki yeni şarkıları sevebilme potansiyeline sahibim. Gerçi bu sefer de "keşke artık bu şarkıyı çok sevdiğimi ona söyleyebilseydim" diye içimden geçirip dertleniyorum.
Ben de dağa taşa, belediye afişlerine, otobüs duraklarına, inşaat araç gereçlerinden geçemediğim kaldırımlara, köşe başlarına, trafik ışıklarına, beni ezmesinden kaçtığım tramvaylara diyorum. Sabah sabah içimde kalmasından iyidir bence. Ha böyle olup olmadık şeylerle konuşarak sonum ne olur onu bilemem.
* Kulaklıklarımın bunlarla bir alakası yok olmasına da imkan yok. Bu ne kokoşluktur :) http://www.cebeci.info/7568-jawbone-bluetooth-kulaklik.html

Kabak Tadı

Şimdi Yürütülüyor: İbrahim Tatlıses - Beyaz Peynir

Can yakan, acı veren insan dönüyor, dolaşıyor, buluyor acılananı. Anlayamadığım birşey bu. Failin olay yerine dönmesi klişesine benziyor. Başarmışsın halbuki tertemiz, bırak olay yerinde değil mi! Hem bak, bırakırsan kendi haline, birisi insafa gelir, yarasını sarar belki. Ha, dersen ki maksadım işi sağlama almak, gelir bir el daha ateş edersin, kökünden çözersin sorunu, amenna.

Ama diyorsan ki amacım vicdan rahatlatmak, az biraz da gönül almak, hiç gelme tekrardan olay yerine. Papaza git, imama git, yogaya git, çeşme yaptır, vakıf kur, çocuk okut ama sırf vicdanım rahat olsun diye bik bik edip üzme insanı sonradan sonradan. Emin ol, sevinmiyor karşındaki "Ne iyi etti de aradı gece gece" diye.

Meşhur bir laf var ya; ilk düğmeyi yanlış iliklediysen gerisini de yanlış iliklersin. Baştan kaydırmışsın çünkü. Baştan hesap yapmayacaksın ki, sonradan vicdanınla hesaplaşmayasın!

"Konu kapanmıştır" diyordum... Bazen konuyu uzaktan kapatmak yetmiyor anladığım. Düğmesinden kapatmak gerekiyor, fişten sökmek gerekiyor.