Yarın güneş tepedeyken gideceksin camiye, farzdan önce dört, iki farz, sonra bir dört daha… On rekatta tertemiz olacaksın değil mi?
Kamette, salavatta bir uhreviyat oturacak ama camiden çıkınca kırıntısı kalmayacak yüreğinde.
Pırtak gibi türedi ya bunlar,
Dilinde Allah, iman,
Hayatı yalan dolan.
Hasbelkader bir Mevlana öğrenmiş,
Halbuki hazret bunu görse “Sen gelme ulan ayı” diyecek”
Öyleyken insan-ı kamil sanar kendini, hilkat-ı cahil...
Evinde bekleyen helali,
O bekliyor ya nasıl olsa,
Dostudur uçkurunun ikameti.
Zira çok sever, kendisini seveni, öveni...
Üç olsa dördüncüye hayır demez,
Ona mı düşmüş hayır demek, fıkıh ehli cevaz vermişken...
Mesleği bina, hayatı zina…
Ne görmüş, ne anlayacak.
Neyzen dirilse “Anlarsa ekime, anlamazsa bir başka ekime” diyecek kadar nazik olamazdı herhalde…
Bir güzel adam gelmiş geçmiş bu topraklardan.
Lafzıyla ruhu bir, günün süslümanlarına inat edercesine…
Yazmış Neyzen,
Bugünü görmüş de yazmış…
Makam mevki için, alacağı üç kuruşluk iş için
Yapmayacağı yavşaklık,
Yemeyeceği kul hakkı,
Atmayacağı takla,
Sömürmeyeceği emek olmayan…
Onursuz, hayasız ama sureten “fazilet timsali” kansız şerefsizler için yazmış…
Afili ofislere, yerden yüksek taşıtlara, yaldızlı kartvizitlere tamah edenler için yazmış…
İyi ki de yazmış.
Var ol Neyzen!
“Erdem” denen para etmeyen mefhumu, yaşamının baş köşesine koyan dostlara saygı, öte türlüsüne nefretle… Ben susayım, Neyzen söylesin:
“Ben sana bok demem,
Boklar duyar ar eder.
Bir zerren düşse boka,
Onu da mundar eder.
Tanrı senin hamurunu
Necasetle yoğurmuş,
Anan seni sıçar iken
Yanlışlıkla doğurmuş.”